1.Sayı

Geleceğin Aklını Kurmak

Prof.Dr.Yavuz DEMİR Ankara Bilim Üniversitesi Rektörü

Böyle bir konuşmanın merkezinde şu tepkisel soru olmalıdır:

Hangi çağda yaşıyorsun? Merak ettiğimiz bir cevap yok, yani retorik bir soru. Sadece karşımızdaki kişinin farkında olmasını isteyen, uyarıcı bir soru.Hangi çağda yaşıyoruz? Sahi, biliyor musunuz, şimdi retorik olarak sormuyorum: Hangi çağda yaşıyor sunuz? Tahmin edebiliyorum cevaplarınızı: Bilgi çağı, teknoloji çağı, iletişim çağı vb…

Peki hepsini bir şemsiye altında toplarsak, hangi sorusunun cevabını tek başına yüklenmiş olan kavram nedir? Hadi isterseniz daha fazla sabrınız zorlamayayım. POSTMODERNİZM…

Basitçe, hepimizi rahatlatacak biçimde, biraz da kronoloji bilgimize sığınarak, biliyorduk ya da biliyoruz işte: Modernizm sonrası demek. Bu kadar masum ve tatminkâr bir cevabı yok maalesef…Aslında hepimiz, “tarihin sonu” demeyeceğim Fukuyama gibi ama önemli bir değişime şahit oluyoruz. Belki bir şeyin sonudur!

İsterseniz bunu, yazının ilerleyen bölümlerine bırakalım, daha doğrusu gizleyelim. Öyle ya, mademki postmodernizmden bahsediyoruz; hiçbir şey aleni olmamalı… Ya da sıralı, alışılageldik, belli bilinen. Tam da tükenmişlik hissine kapılmışken, “yeryüzünde, güneşin altında söylenmedik ne kaldı, bize ne düşer buradan” demeye başlamış ve keyifli ve dahi umarsız bir tembelliğe sığınmışken. Zihnimiz zorlayacak bu nedir?

Önce ekmekler değişti. Yok, hayır böyle demeyeceğim, bu başka bir yerde kullanılmalıydı! Önce sorunun şekli değişti, Plato’dan 1950’li yıllara kadar şunu soruyorduk: “Benim de bir parçası olduğum bu dünyayı nasıl yorumlamalıyım ve ben bunun içinde neyim?”

“Mantıksal dönemin sorusu” diyoruz biz buna. Korkacak bir şey yok, bizden pek fazla bir çaba da istemeyen, daha öncekilerin, kurucu metinlerin ışığında cevap bulacağımız, sebep- sonuç ikilemi ile cevaplayabileceğimiz bir şey. Pozisyonel bir tavrın neticesinde cevap bulur her zihin buna, diğer disiplinler de yardıma hazır zaten, sizin için çoktan bir cevap hazırlamışlar bile…

Mantıksal dönem sonrası ise sorunun şekli değişmiştir: Bu hangi dünyadır? Orada ne yapılabilir? Hangi kendimle bunu yapabilirim? Epistemolojik yaklaşım, yerini ontolojik olana terk eder.

Şimdi bu gelişimi daha yakından anlayabilmek için size TAK diye bir şey diyeceğim. İnsanlığın sosyal, düşünsel gelişimini şu şeklide özetleyebiliriz, Aristoteles’ten günümüze, 2500 yıllık yolculuk:

Aristoteles’ten 15. Yüzyıla kadar geçen süreyi “Tanışma”,

15. yüzyıldan 20. Yüzyılın başlangıcına kadar olan dönemi “Ayrışma”,

20. yüzyılın ikinci yarsısından günümüze kadar olan dönemi ise “Kavuşma” olarak adlandırabiliriz. Diğer bir ifadeyle; retorik, rasyonalite ve estetik periyodlardır insanoğlunun idrak ettiği sürecin durakları.Postmodernizm, kavuşma ya da estetik diye adlandırdığımız periyod. Şimdi hepimizin idrak ettiği, belli bir parçasına şahitlik ettiği.Postmodernizm aslında insanlığın ikinci rönesansıdır. Birincisi, antik yunana bir dönüştü, bizim de parçası olduğumuz postmodernizm ise; bu kez doğuya, ya da doğuyu ifade eden bir sembol kavramla söylersek ‘mistik’ olan bir dönüştür.1970’li yıllardan itibaren içine sürüklendiğimiz bu dönem, aslında Türkçe bir deyimle ifade edince anlaşılabilecek bir zihin halidir. “İpin ucunun kaçması”

Her şeyin birbirine karıştığı bir kalp oluş halidir bu. Sanat ve diğer alanlarda kendisini gösteren postmodernizm hiç şüphe yok ki, kendisini siyasi kurguda da göstermektedir.

Mistik buluşma temi ve sürüklenişi Batının çok önceden fark ettiği ve tedbirler almaya çalıştığı yeni bir durumu da ortaya çıkarmıştır. Dolaysıyla, mistisizm, -bunu sadece İslam noktasında söylemiyorum- aynı zamanda doğuya ait bütün içsel değerler ve inanışlar sistemini de düşünebilirsiniz; fakat İslam’ın burada öncelikli ve önemli bir buluşma noktası olduğu aşikârdır. Lütfen şu an işinde bulunduğumuz, İslam ve etrafında oluşturulan-yaratılmaya çalışılan trajik ve kanlı durumları düşününüz. Batının kendi toplumunu, “postmodernizmin getireceği bu asli buluşma noktasından uzaklaştırabilmek adına yarattığı senaryolar bütünü” olarak algılayabiliriz.

Şimdi biz biraz daha postmodern yapılanma içinde üniversite aklının ve birey aklının ne olmasını konusuna odaklanalım.

Aslında, konu için belirlediğimiz mottolarla açıkça yeni akıl kurgusunun elemanları ve etrafını nelerin oluşturduğunu da söylemiş oluyoruz.

Kısaca söyleyecek olursak; bu aklı kurgularken, star-terk yazarlarının kullandığı kavramla soralım! ‘Prime Directive‘ne olacaktır? Hâkim niyet!

İsterseniz bunu da şu hikâye ile anlatmayı deneyelim, Kubilay ile Cengiz Han arasında geçen:

“Marko Polo tek tek taşları tasvir ederek bir köprüyü anlatmaktadır Kubilay Han’a. ‘Hangi taş köprüyü tutar? diye sorar Kubilay Han. ‘Köprüyü tutan ne bir taş ne de öbürüdür” diye Marko cevaplar, fakat onu biçimlendiren kemerin kavsidir. Kubilay Han bir süre sessiz kalarak tepkisini yansıtır. Ve ardından ekler: ‘O zaman niçin bana taşlardan bahsediyorsun. Bana kemeri anlat öyleyse. Polo’nun cevabı: Taş yoksa kemer de yoktur.”

Üniversiteler için bu ne olacaktır? Hayatta kalmak ve başarılı olmak. Gelecek yıllarda yükseköğretimin karşılaşacağı temel sorun, Prime Directive’i üniversitelerin. Bu sebeple üniversiteler şu üç şeyde bir aşama yaşamalıdırlar:

Mahalli hedefler,

Siyasi sınırlar,

Kısa vadeli düşünce.

Bütün bunları hedefler halinde ifade edersek, belki de şu başlıklar altında toplamak mümkündür:

1.     Üniversitenin sosyal ve çevresel sorumlulukları,

2.     Uluslararasılaşma stratejilerinin yayılması/yaygınlaşması/genişlemesi ve şahsi girişimcilik ve online programlar

3.     Dijital teknolojilerin tam kullanımı,

4.     Üniversiteler ve özel şirketlerle iş birliği.

Bir nevi deklarasyon gibi de algılayabilirsiniz. Görüldüğü gibi, yeni aklın sınırları/varlığı ancak bu tür bir genişlemeye, belli bir toprak parçasında, ayağı bağlı, topografik bir unsur gibi değil, ru-yı zemin algısı ile hareket eden, taassubun temsilcisi pozisyonel bir anlayışı değil, hürriyeti, paylaşmacılığı, çoğulculuğu, yaratıcılığı ve değişimi esas kabul eden bir çerçevede olmak zorundadır. Zira, yüksek öğretimdeki, ders anlatma, yoğun kurs ve sınav üçlüsü çoktan yerini terk etmeye başladı bu yeni tanımlama içerisinde. Bir yandan finansal kriz, büyüyen maliyetler, diğer yandan genişleyen online, dijital rakip.

Şüphesiz bu görünüm üniversitelerin geleceği hakkında bazı tereddütler uyandırabilir. Fakat, Cardinal John Henry Newman’ın dediği gibi, kişisel temas olmadıkça yüksek öğrenim bir tür buz parçası, ruhsuz bir demir yığını olabilir ancak.

İşte burada biz, postmodern eğilimin bize açtığı yolda ilerlerken bireyin aklı konusunda tam anlamıyla ne yapacağımıza karar vermek zorundayız.. Sadece bir istatistiki sonuçtan bahsedeceğim, bizim akıl kurgulama açısından ne denli zorda olduğumuzu ve bunu önemsemekle mükellef olduğumuzu göstermek adına. 2012 Toronto Prosperity Institute’nun, tolerans, teknoloji ve talent kriterleri çerçevesinde dünyanın 82 ülkesini kapsayan yaratıcılık endeksine baktığımızda Türkiye’nin yerinin 68.sırada olduğunu görüyoruz. Birçok üçüncü dünya ülkesi bizim üzerimizde. Dikkate alınması gereken şey budur.

Yazının başında söyledik. “Kesin hürriyet isteyen kavramlardandır akıl” diye.

Kendi alanımızdan örnek vermek isterim. Edebiyattan. Devlet, yani mili eğitim şöyle bir talimat yayımlıyor okullarda okutulacak edebi metinler için, Tabii ki onu kullanacak aklın, dilini de vicdanı, irfanı ve fikrini de beraberinde tanımlayarak: “Seçilen metinleri, anlatım biçimi ve yapısı gözden uzak tutulmadan milli kültürümüze, ahlak anlayışımıza, yasalarımıza, geleneklerimize, örf ve adetlerimize, milletimizin bölünmez bütünlüğüne uygun olmasına özen gösterilmelidir”. Bu belirleyici çerçeve; edebiyatı sevdirmekten öte, kendi başına gayet masum- fakat kuvvetle kansız bir biçimde hayatın yerini tutan, edebiyat metinlerini yasallaştırma ve uysallaştırma sürecidir.

Bu yukarıda söylediğimiz, yeni duruma, ontolojik hale ne denli uyumludur? Yaratıcılığı, metnin içine insanı koymayı, tamamıyla reddeder. Burada her şeyin sahibi vardır: Üst akıl! Oysa biz, şu cümleyle örneklemeye çalışayım, neyi, nasıl, aklı kurmak derken kastediyoruz,

“Güneş doğar.” Ne var bu cümlede? İki kelime, birbiri ardınca fail ve eylem olarak dizilmiş. Bir doğa olayına dair, insansız ibare. Oysa cümleyi şu hale getirsek: Güneş de doğar.

Araya sadece bir bağlaç koyduk. Ama şimdi, fiilden ve failden daha önemli bir alan var: Umut, inanç, güven, yetki, kudret ve benzeri duygu ve düşüncelerle açılmayabileceğiniz, insani dokunuşlar ve yapılanışlar.

Ötesi, boş laf…

Onun için biz artık edebiyat okutmuyoruz, değişti okumak eylemi. Edebiyat yazılan bir şeydir. Okunmaz yazılır. Yani yeni, okur idame ettiren değil ikame ettirendir. Çok teknik olmasın diye hemen ayrılıyorum buradan…

Hamlet, hepiniz okumuşsunuzdur. Bir prensin öyküsü, babasının intikamını almak isteyen. Aslında bu değil Hamlet oyununu yapan: Bıkkınlık. Bir türlü gerçekleşmeyen, sürekli ötelenen bir eylem ve varılan şey: Bıkkınlık.

Aklı kurarken bu tuzağa düşmeyeceğiz. Yenilik ve yaratıcılık, yeni kuruluşun en aktif iki unsuru olacak. Kısaca, bu vesileyle bir modelleşme yapılabilir mi yüksek öğrenim için? Ben bunu üç kavramla ifade etmeye çalışıyorum. Absurdizm, avantgardizm ve anarşizm. Bu üçlünün üzerine oturacağı temel ise, “story based” yapılanma! Artık Napolyon’dan bize devir ,”science based” üniversite çoktan devrini tamamladı, hikayenin üzerine oturulacak bir üniversite yapılanması, postmodernizmin kavuşturucu figürü olarak en büyük işlevi görecektir.

Detaylar sorularınıza karşılık gelecek…

Geleceğin aklını kurmak, eğer bir gelecek ve akıl kalacaksa mümkündür! Yoksa bıkkınlık bize neyi kurdurur, hep bir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu